Doğu ve Batı Sentezinden Türkiye'ye Bir Bakış


Doğu ve batı birbirinden ayrılamaz bir bütüne sahip, aynı zamanda zıtlıklarıyla iki tarafın temsilcisi olarak görebiliriz. Doğu denilince aklımıza gelen gelenekselcilik, batı deyince modernleşmenin resmini görürüz çoğunlukla... Bunu aklımıza getirirken coğrafya başta olmak üzere bütün bilimlerin ve sanatların etkisi belirleyici etkenleri oluşturmaktadır. Doğu ve batı coğrafya olarak taşıdıkları kimliklerini, her alanda farklı farklı nitelendirmiştir. Bugünkü küreselleşen dünyamızda bile sınırların ortadan kalkıp, toplumların birbiriyle yoğun olarak empati kurduğu çağda yaşasak bile dönem dönem bu kültürel farklılıklar çatışmalara sebep olabiliyor.

        

    

On sekizinci yüzyılda ortaya çıkan roman; önceki çağlarda azizlerin, kralların etrafında dönen sınırlı bir öykücülükten genişleyerek toplumun her kesimine hitap etmesiyle evrenselleşerek,  insanların ve toplumların birbiriyle empati kurmasında önemli bir etkiye sahiptir.[1] Dolayısıyla her yazar kendi yaşadığı ülkesinin ulusal yazarlarından değil yabancı yazarlardan da etkilenebildiğini düşündüğümüzde bu etkinin çerçevesinin oldukça geniş olduğunu da görmüş oluruz. Edebiyat bu açıdan özellikle doğu-batı sentezinde yadsınamayacak bir etkiye sahiptir.

(Edmund Blair Leighton, Aşk ve Batı)


Nitekim buna en güzel örnek 16.yüzyılda kaleme alınmış, Fuzuli'nin Leyla ile Mecnun'u ve Shakespeare'ın Romeo ve Juliet'idir. Doğuda aşk denilince Leyla ile Mecnun akla gelirken, batı da aşk denilince Romeo ve Juliet akla gelmektedir. Doğu da beşeri olana duyulan aşk, aslında Allah'a duyulan aşkın küçük bir yansımasıdır. Allah'a ulaşmak için beşeri aşktan duyduğu zorluklara ve eziyetlere katlanmak zorundadır. Batıda ise insanın merkezde olduğu bir dünya söz konusudur. İnsanın hevesi, kini, nefreti gibi insanı insan yapan olgular hakimdir. Farklı zamanlarda ve farklı coğrafyalarda yaşamış olan bu iki büyük yazar; kaleme aldığı eserleri yazma amaçları farklı olsa da, ortak teması aşktır ve edebiyat dünyasında da büyük bir öneme sahiptir. [2]

(Servet-i Fünun dergisinin 24 Aralık 1908 tarihindeki kapağı, İkinci Meşrutiyet'in ilk meclis toplantısını duyuruyor.)


Doğuyla batının köprüsü konumunda olan Türkiye, bu sentezin tam manasıyla içinde bulunup aynı zamanda yaşamaktadır. Özellikle yakın tarihe bir göz atacak olursak; yirminci yüzyılla beraber, dünya siyasi tarihinin alt-üst olduğu bir dönemde ikinci meşrutiyet yıllarında Türk aydını, doğu ve batı olarak iki medeniyeti de bir sorunlar bütünü olarak görmektedir. Gelinen nokta da doğu medeniyetinin kendi değerlerini yitirmesi ile oluşan bir geri kalmışlık söz konusu iken, batı medeniyetinin yaşam-sermaye çizgisinde paylaşamama sorununun oluşturduğu bir buhran durumu söz konusudur. Bu açıdan mutlu olamayan bir medeniyet olarak görülen batıyla, gerileyen doğunun buluştuğu yer Osmanlı coğrafyasıdır.[3]


    

Bu çelişkiyi Ömer Seyfettin'in "Bahar ve Kelebekler" adlı hikayesinde bulmak mümkündür. Öyküden bir alıntıyla: "Küçük salonun fes renginde kalın ve ağır perdeli penceresinden dışarısı muhteşem, parlak bir sulu boya levhası gibi görünüyordu. Saf mavi bir sema. Çiçekli ağaçlar... Cıvıldayan kuşlar... Uyur gibi sessiz duran deniz…" alıntıdan da görülebileceği üzere ev meteforuyla Osmanlı’nın içinde bulunduğu doğu-batı medeniyetinin dışında bir dünya tasvir edilir. Ev, Osmanlı coğrafyasını temsil ederken; evin içinde kalan yaşlı nine doğu medeniyetini, genç kız batı medeniyetini temsil etmektedir. Doğu ile batı medeniyetinin Osmanlı coğrafyasında yaşadığı gibi yaşlı nine ile genç kız da aynı evin içinde yaşamaktadır. Bu evin içinde yaşanan yaşlı nine ile genç kızın arasındaki zıt kutupluk, aynı zamanda ‘dünkü’ nesil ile ‘bugünkü’ nesli de tasvir etmektedir. Bu durumda yaşlı nine ‘dünkü’ nesli temsil ederken, genç kız da ‘bugünkü’ nesli temsil etmektedir.[4]

        

    

Tanzimat'la başlayan batı merkezli modernleşme çabaları Türk düşün dünyasında her zaman sorgulamaları da beraberinde getirmiştir. Batılı olmayan toplumların modernleşme çabalarında özellikle Nilüfer Göle, Shumel N.Eisenstadt, Bjorn Wittrock ve Johann Arnason gibi araştırmacılar; 2.Dünya savaşı yılları ve sonraki yıllarda batılı olmayan toplumların modernleşme süreçleri içerisinde kendilerine has modernleşme anlayışları üretmiş olduğunu tespit ederek, bu durumun homojenleşme yerine çeşitlenmeye neden olduğunu belirtmişlerdir. Bu görüşe ve dolayısıyla ardından oluşan anlayışa siyaset bilimi ve sosyoloji literatüründe 'çoğul modernlikler' olarak adlandırılmaktadır.[5]




    

İkinci dünya savaşı yıllarından sonra dünyanın doğu ve batı bloku olarak ikiye ayrılmasının neticesinde doğu bloku sosyalizmle anılırken, batı bloku kapitalizmle anılmıştır. Sovyetler Birliğinin yıkıldığı yıl olan ve Sosyalizm'in çöküşü olarak 1991 yılına kadar da ne biz doğuya tam yakın ne de batıya tam uzak olarak kalabilmişizdir. Diğer bir tabirle ekonomik açıdan; ne tam bir planlı ekonomi olarak devletçi ne de tam bir serbest piyasa olarak liberal olabildik. Coğrafyamız bu açıdan bize stratejik önem kazandırırken aynı zamanda her anlamda bir karmaşıklığı da beraberinde getirmektedir.

        


Avantajları da dezavantajları da beraberinde getiren bu durum bizi kesin ve keskin yargılardan da uzak durmamız gerektiğini göstermektedir. Günümüzde de doğu ve batı ekseninde modernleşmeyi sığ tabirlerle ve kalıpsal yargılarla tabir etmememiz gerekir. Alt metninde birçok paradigmayı beraberinde barındıran bu sentez, Türkiye coğrafyasında harman hale gelmiş ve doğu-batı kavramının arasında adeta çatışır hale gelmişizdir. Biz homojen bir yapı olarak ne tek bir tip olarak doğuluyuz ne de tek bir tip olarak batılıyız. Bunun gerçekliğiyle beraber kendimize batılı deyip doğuyu reddetmemiz ve doğulu deyip batıyı reddetmemiz doğru olmayacaktır.

 

    

Nitekim doğuyu ve batıyı; geçmişten bugüne biri önde, diğeri geride olmak üzere birbirini takip eden kültür ve birer kavram olarak görebiliriz. Kabul edilmesi de gerekir ki 1500 yıllarına girene kadar Orta Çağ'da doğu toplumu teknoloji bakımından ileri ve yeniliklere açık bir konumdaydılar hatta ve hatta öyle ki eski Yunan uygarlığına ait birçok kitabı Arapça kopyaları sayesinde bilebiliyoruz.[6] Bu gerileme karşısında Batı; Rönesans ve Reform hareketleriyle, özellikle Sanayi Devrimi ile beraber doğu toplumu, batı karşısında gelenekselleşen bir hale bürünmüştür. Bu noktada Ömer Seyfettin'in "Bahar ve Kelebekler" adlı kitabından bir düşünceyle; 'bugün', 'dünün' yerini almaktadır ve eskiler, yenilere karşı hep yenik düşer...

(Doğu Batı Sentezi, Ağıt Uğur Uludağ)


    

Doğuyu bir kültür olarak kendi içimizde reddetmemiz mümkün olmadığı gibi, batıyı da tıpatıp taklit etmemek şartıyla teknolojik yenilik ve toplumsal gelişmişliği, refah noktasında reddetmemiz mümkün değildir. Zülfü Livaneli'nin huzursuzluk kitabında da değindiği gibi; aklı batıda, kalbi doğuda şizofrenine düşmeden doğunun getirdiği zengin kültürel mirası koruyarak, batının yeniliklerini de takip eden dinamik bir yapıyı kendi içimizde benimsemeliyiz...



[1] Tunçdemir, Cemal. (2019) Kitaplarda okuduklarımızı unutuyorsak hala neden okumalıyız? https://t24.com.tr/yazarlar/cemal-tuncdemir/kitaplarda-okuduklarimizi-unutuyorsak-hala-neden-okumaliyiz,21516 (Erişim tarihi: 3 Aralık 2020).

[2] Ulu, A . (2014). AŞKIN DOĞU VE BATI YANSIMALARI OLARAK FUZÛLÎ’NİN LEYLA VE MECNUN VE SHAKESPEARE’İN ROMEO VE JULIET ADLI ESERLERİNİN MUKAYESESİ . Uluslararası Türkçe Edebiyat Kültür Eğitim (TEKE) Dergisi , 3 (3)

[3] Durmuş M . ÖMER SEYFETTİN’İN BAHAR VE KELEBEKLER ADLI ÖYKÜSÜNDE DOĞU VE BATI KADINI KARŞITLIĞINDAN İDEAL KADINA. TEKE. 2018.

[4] a.g.e.

[5] Toker, M . (2019). Bir Batı Dışı Modernlik Yaklaşımı Olarak Büyük Doğu İdeolojisi . Ekonomi Politika ve Finans Araştırmaları Dergisi , 4 (1) , 50-68.

[6] Jared Diamond, Tüfek, Mikrop ve Çelik, Pegasus Yayıncılık, İstanbul, 2018.

Yorumlar